20 Mayıs 2012 Pazar

Tolstoy, Dostoyevski, Turganyef, Gorki, Mayakofski gibi yazarlarıyla Rus Toplumu nasıl bir gurur duygusu paylaşıyorsa, yaratının yarattığı bu ortak alan paylaşımı Türkiye ve Türkçe için de söz konusu olacaktır.


James Joyce çok bilinen bir kitap adı ile ünlü bir yazar. 

‘Sanatçı.. diyor. Ben bunu değiştirdim. Yazarın genç bir adam olarak portresi, diyorum.

Değerli İzleyici, 
Anlatı sanatlarının vardığı alanı da kapsar bugün güzellik duygudaşlığı.

Genç bir adam olarak oluşacak portre, güzellik duyumunu içtenlikle ve istençle ilkin kendisi için dokursa, sonuç olarak bu toplumsal alana yansıyacak. Toplum güzel duyulu yaratıyı, kendi insan kaynaklarını temsil ettiği için onaylayacak ve onu yaşatacaktır.

 Rus toplumu Tolstoy, Dostoyevski, Turganyef, Gorki, Mayakofski, gibi yazarlarla gurur duygusunu nasıl paylaşıyorsa, yaratının yarattığı bu ortak alan paylaşımı Türkiye ve Türkçe için de söz konusu olacaktır.
   
Burada yalın bir gerçeklik var.  Kitlesel yetişmiş insan kaynakları ne kadarsa, bireylik kaynakları da o kadar bu gerçeklik olur. Bu ürün bu toplumsal koşullarda, bu toplumsal koşullarla yapılmış evrensel düzleme, uluslar arası aynaya sunulmuş anlamı taşır. Bu bileşik/kap ölçütü, birey ne kadarsa, toplum o kadardır imgelemi verir.

Bu bileşik/kap ölçütünde, birey ne kadarsa, toplumdaki yetişkin birey sayı oranı kadardır ve evrensel düzleme, uluslar arası boy aynasına sunulmuş ve insanlığın ortak kullanım alanına yansımış onayı alır. 

3
Bu ortak alana, Burhan Günel’in öykülerindeki bireyler ve bireylik alanına açılan pencereden bakmak var, bireylik alanından, kitlesel alana bakmak da var.
Tek tek kişiler teklik, çok çok kişiler çoklukla da olsa, tümünde hemen birincil kişi anlatımı ile ve fakat ortak bir yaşam kullanımı alanında, ortak bir dille ortaya çıkan gerçeklikleri öykünen kişilerdir bunlar.
Bulundukları yerdir orası ve anlatıcıyı da orada, oradan anlatmak için zorlarlar. Bu, verici bir radyo titreşim dalgası olur yazarda kimileyin ve çevresine toplananlar bulunur. Öldürücü bir radyasyon dalgası da olur sırasında ve yazarı altına alır.
Yazar o dalganın uzağında bir dil kullanmaya başlar başlamaz, o kimlikler silinir yok olur. Yazar o dalganın içine girince, salt o kişilikler ve kimliklerle dünyaya bakmak, yazarın bu kez farklı paradoksu olarak gösterir kendini.
O bireylikler kendilerinden yola koyulup, kendilerini öykündükleri kadar yazarı da, toplumu da öykünürler.
Yazar, onlardan biri olduğu kadar gerçeklik kitlesel tabanına oturur.
Gerçeklik yalın ve tek başına kaldığında farklı tanımlar yüklenir.
“Naturalist realist” denilen gerçekçi bir okul Zola ile Gorki’ye dek pekçok yazarı geniş bir yelpaze içine alır. Romanda, öyküde, anlatıda bu okulun estetik takipçisi olan bir yazar, başka bir türde düşçü bir kulvardan bakabilir yaşama.
Auğust Strindberg bunlardan biridir. Simgeci piyesleriyle, “naturalist realist” çizgide yazdığı romanlardan keskin yol ayrımı ile ayrılır.
Türlerdir biraz da yazarı o türün kendi coğrafyasına sürükleyen.
Öykü, roman, şiir, piyes..karşımıza aynı yazarı, farklı teknik düzlemde önermeler yapmış biri olarak çıkarabilir. İfade sanatlarını ayrı bir yerden insana ve yaşama sunmuş olabilir o yazar bu kez. Çoğu kez de bu durum şaşırtır sahnenin dışında kalanları. Sahnenin arkası ve sahne içi başka gerçeklikler sunar yaratıcıya.
Yazarın genç bir adam olarak portresi, nedir ve ne değildir?
Ödüllere doymuş bir yazara buradan bakacak değilim.
“Yokuşu tırmanıyordum. Çantamın içinde iki yeni öyküm, içimde susturulmaz sesler ve çırpıntılar,’ diye yazan Burhan Günel var bir yanda.
Öte yanda ödüllere doymuş bir yazar var.
Ben ona, Burhan Günel’e kırk yıl aralıkla bakıyorum. İlk yazısının Cumhuriyet Ekinde (1971) yayınlandığını görüyoruz. Yansıma’da ilk yazısını Mayıs 1972’de okuyor, Çevrede Yaşamak Varken,’ adlı ilk öyküsünü Yansıma, Haziran 1972’de okuyoruz. Bu her iki anlatı da birbirine koşut genç bir anlatıcıın ayak sesleridir.

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 3 Nisan 2012, Stockholm. 

4 Nisan 2012 Çarşamba

Dublin 1904, Trieste 1914 tarihleriyle son bulur, sanatçının bir genç adam olarak portresi. Bu portre Türkiye'de nedir...

James Joyce’un çok bilinen bir kitabından söz ettim. Sanatçının bir genç adam olarak portresi, Dublin, 1904, Trieste, 1914 tarihleriyle son bulur. Okudunuz mu bilmiyorum.

Murat Belge çevirisi, Mehmet Fuat, de yayınevi 1966 basımlı.

Stockholm’e dek beni izlediği için Köyceğiz’deki bağevimde vahşi gaşgalar tarafından yakılan (1998) kitaplardan kurtulan biridir.

Değerli İzleyici,

James Joyce da yola çıkmaktadır bu kitabın son sayfasında.

‘Eskiciden alınma yeni elbisemi annem düzene koyuyor. /../
‘Hoşgeldin Ey hayat! Milyonuncu keredir yola çıkıyorum yaşantının gerçekliğiyle karşılaşmak ve ruhumun nalbantında ırkımın yaratılmamış vicdanını dövmek için.
‘Koca ata, koca düzenci, şimdi ve her zaman yardımcı ol bana.’

Birisi Dublin’den yola çıkıyor. Ötekisi Sivas’tan, Kayseri'den.

Arada belki yetmiş seksen yıl var.

Her ikisi de genç birer yazar portresi çizmektedirler yola çıktıkları sırada.

Dublin’den yola çıkanı, kitapta yazdığı tümcelerine bakarak, Kayseri’den yola çıkanı kendi yazdığı mektupdaki sözlere bakarak.. her ikisini de gözlerimizin önündeki perdeye çekebiliyoruz.

Her ikisi de düş sağanağı altında, beyinsel travma geçiren birer masal insanı gibi yola çıkmaktadır.

Her ikisinin de adrenalin enzimleri yüksektir ve kurtarmaya gitmektedirler yaşamı.

Joyce bunu açık açık betimler: ‘..yola çıkıyorum /../ruhumun nalbantında ırkımın yaratılmamış vicdanını dövmek için,’ der.

Joyce, bu kitabının yayınlanmasını on yıl bekler.

Mehmet Güler ise çok geçmeyecek 30 ağustos 1973 tarihli mektubunda değindiği, ‘Uçurum İnsanları’ başlığı altındaki yazısını, Yansıma’nın aynı yıl Kasım sayısında okuyacaktır.

Tarihin, insan düşüncesinden bağımsız nesnel yasaları vardır, derken ne demek istenmiştir?

Marks'a göre, bu nesnel etmenlerin işleyebilmesi için öznel etmenin, eşdeyişle insanların bilinçli etkinliklerinin işe karışması gerekir. İşte tarihi determinizm...

Önemli not: Bu yazının ilk iki bölümü için bakınız: http://kentinsanolay.blogspot.se/ ve http://yazmakne.blogspot.se/

SON BÖLÜMÜ için bakınız: http://yansimatekinsonmez.blogspot.se/

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 4 Nisan 2012, Stockholm.

İstanbul, metropoliten büyük kent, Haydarpaşa Garı yazarlarını beklemektedir. Tarihin, insan düşüncesinden bağımsız nesnel yasaları vardır.

Tarihin, insan düşüncesinden bağımsız nesnel yasaları vardır. Marks'a göre, bu nesnel etmenlerin işleyebilmesi için öznel etmenin, eşdeyişle insanların bilinçli etkinliklerinin işe karışması gerekir.

Yazarın bir sanatçı olarak değil, genç bir adam olarak portresi...

Bu portre nasıl bir gerçeklikle ortaya çıkar?

Tarihi deneterminizm nedir ne değildir, bir gerçeklik olarak burada ve bu konuda. Bu gerçekçilik Türkiye’deki evrilen gerçek konusuna da ayna olacak biraz sonra.

Şimdi bir an duralım ve oturduğumuz yerde, arkaya doğru yaslanarak karşılara bakalım. Ne görüyoruz! Kayseri’den yola çıkarken acı acı çığlıklar atan bir tren gözlerimizin önünde canlanacaktır.

O trenin bir yerinde genç bir adam, oturduğu yerde, tren tekerleklerinin seslerini zihninde hızlandırarak bozkırlara boş gözlerle bakacaktır.

Büyük kent, yazarın genç bir adam olarak portresini özlemle beklemektedir. Bir sanrı da budur.

Kimseyi beklemekte değil, tarihsel determinizm olması gerekeni yerine getirmektedir.

Fakat bir paradoks da vardır burada, çünkü bu bir gerçekliktir de.

Acılar içinde değişimi bekleyen büyük kent, umudunu kırlardan gelecek umuda bağlamıştır.

Kırlardan gelecek umuda göre, büyük kent temelli çürümüş ve çökmüştür.

İkinci bir sanrı da budur işte.

Yazarın genç bir adam olarak portresini, bu kurtarıcıyı beklemektedir büyük kent.

Evrilen bir gerçeklik de budur. Kağnı yerine tren gelmiştir.

Kayseri’den yola çıkan tren yanık çığlıklar atarak bozkırda ilerlemektedir.

Öğretmen eşi, o da öğretmendir, hazırladığı çantadan biraz sonra börek ya da köfte paketi ortaya çıkacaktır.

Çünkü küçük iki çocuk, her çocuk gibi yola çıkınca acıkmışlardır.

Gürültü patırtı sırasında ilgiyi ayakta tutmak için ya tuvalet ya da yemek isteklerini belirtmişler ve o sırada yazarın genç bir adam olan portresi, baba söylenmiştir.

‘Hanım şu çocukları doyur ya da ne yapacaksan yap da gürültüyü kessinler, kafam şişti. Bak biraz sakin bir şekilde düşünmeliyim. Bu kadar yol gidiyoruz. Dergilere bırakacağım yazıları iyi düşünmem gerekiyor.. gibi sözlerden.. sonra, yine dalıp gitmiştir.

Kompartımanı köfte kokusu sardığı sırada o, bu kokuları da duyumsamamış ve umudun genç bir adam portresi olarak gözlerini pencereden geçen pastoral doğa parçalarına çevirip, zihniyle daha hızlı bir düşe atlamıştır ve çökmekte olan büyük kente, İstanbul’a daha erkenden yetişmiştir.

Öykülerle, yazılarla tıka basa dolu çanta elindedir.

Haydarpaşa Garı merdivenlerini vapura yetişmek için ivecen inerken, bir yandan da dergi yönetmenlerine söyleyeceği tümceleri düşünmekte, arada bir arkaya dönüp sayıklar gibi: Hanım sen çocukların ellerini bırakma ağır ağır gel, demektedir.

Tarihin, insan düşüncesinden bağımsız nesnel yasaları vardır, derken ne demek istenmiştir?

Marks'a göre, bu nesnel etmenlerin işleyebilmesi için öznel etmenin, eşdeyişle insanların bilinçli etkinliklerinin işe karışması gerekir. * İşte tarihi determinizm...

Önemli not: Bu yazının ilk bölümü için bakınız: http://kentinsanolay.blogspot.se/

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 4 Nisan 2012, Stockholm.

*Aktaran: Orhan Hançerlioğlu Felsefe Ans. ,c.6, s. 244 Remzi Kitabevi, 1979, İst.

15 Mart 2012 Perşembe

Yurt Gazetesi'nde Haber: Tekin Sonmez, Şafağın Demircisi Bursa'da, Tüyap Kitap Fuarı'nda...

Bir dönem 'Şafağın Demircisi' diye anılan bugünün aykırı roman yazarı Tekin Sönmez, edebiyat etkinlikleri dolu sepetiyle Bursa Kitap Fuarı’nda.

Kırk yıl önce yüzlerce şiir arasından sıyrılıp çıkarak "TRT Tek Şiir Başarı Ödülü" alan (1970) 'Şafağın Demircisi' ile adını duyurdu Sönmez.

Yansıma Dergisi’ni (1972 – 75) yayımladı.

'Morgun önünde üç kadın' adlı yazısı ile Çağdaş Gazeteciler makele fıkra (1980) dalı birincilik ödülünü aldı.

Aziz Nesin, Demirtaş Ceyhun, Emil Galip Sandalcı, Asım Bezirci, Vedat Türkali, Aziz Çalışlar döneminde seçilmiş TYS yönetim kurulu üyeliği yaptı.


1983’de yurt dışına çıktı. Edebiyat, yazınsal metinler sepetini çiçeklerle doldurdu. Bu sepette olanlardan birkaçına bakalım neler var…

Romanlar, denemeler... belgeseller... Marissa Epos adlı romanı 25 yaşında. Berlin Kültür Senatosu konuğu olduğu yıl ‘Söylence Berlin’ adı (1992) ile yazılan ve yayımlanan romanı 20 yaşında.

İki yıl Hindistan, Nepal ve iki yıl Güney Amerika gezginliği, sayısız fotoğraflar ve kültür yazıları ile yeni çiçekler derledi. Edebiyat sepetini çiçeklerle renklendirdi ve Türkiye’ye döndü.

Bu sepette yazıya ve görselliğe dönüşenlere bakalım. Yüzlerce siyah beyaz ve renkli fotoğrafı Cumhuriyet, Hürriyet, Radikal, Aydınlık gibi gazetelerde seri kültür yazılarıyla birlikte yayımlandılar.

Tekin Sönmez bunlarla da yetinmedi ve savaş muhabiri olarak Afganistan’a (Ocak 2002) gitti. Sekiz gazetecinin kurşuna dizildiği yerden, onlardan bir gün sonra o yoldan, kurşuna dizilmeye bir an yaklaşmışken o ölüm köprüsünden geçti.

İlettiği yazılar Türkiye’de birinci kaynaktan ilk seri döküman olarak Cumhuriyet Gazetesi’nde ilk sayfa, birinci haber ve altı sütun üzerinden fotoğraflarla yayına girdi ve seri yazılar olarak sekiz gün sürdü.

Gazetecilik belgeseli olarak doruk yaptı bu yazılar ve fotoğraflar ve daha sonra “Reporting Afghanistan” adıyla kitaplaştı.

‘BenAras’ adlı bilgelik gizemi Hindistan romanı yayımlandı.

‘Pera da İstanbul’ denemeler kitabı ve “Aşk’ı kitap, kitab’ı aşk” adlı deneme, günce kapsamlı kitabı (2011) edebiyat sepetini şenlendirdi. Kağıt gazeteciliğini yaşlı ve güne gecikerek başlayan kuşağa bıraktı.

Üç site ve yirmi blog’u dünyanın her yerinden canlı kültür haberleriyle yönetiyor, sürdürüyor.

Tekin Sönmez şimdi Bursa’da. Çok özel okurları olduğunu biliyor.

Onları kitap fuarında bekliyor. İsteyenlere 2. Salon, 409 B nolu stantta her gün kitaplarını imzalıyor.

Buna bağlı olarak 16 Mart Cuma günü (saat 15:45 – 16:45) romanlarından yola çıkarak, o
romanlarının kişilerini konuşturacak.

Tekin Sönmez, Tekin SonMez’i anlatacak.

Nasıl oldu da Sönmez, SonMez oldu, bu da var söyleşide.

Bursa Edebiyat sepetinde bir performans daha var. 18 Mart Pazar günü (saat 14:30 – 15: 45) Yansıma Dergisi’nde (1972 – 75) ilk ürünlerini yayımladığı dört kişiyi konuşturacak.

Daha 18 yaşındayken ilk yazısını yayımladığı Prof. Dr. Veysel Batmaz, ilk öyküleriyle Mehmet Güler, Necati Mert ve ozan Ahmet Özer.

Yansıma Dergisi’nin genç yazarlarını, bugünün olgun yazarları olarak, çocukluk anılarıyla sunacak.

"Kitap ve edebiyat tutkusu nasıl başladı"söyleşinin ana konusu olacak.

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 15 Mart 2012, Bursa, Türkiye

28 Şubat 2012 Salı

Sait Faik üzerine çalışmaları olan öykücü Necati Mert, Mustafa'nın Karesi adlı öyküsü ve Fichte’nin öznel düşüncecilik okulu ve birey...

3
Birkaç ayrı kulvarda Necati Mert bu öykü için dersine iyi çalışmış görünüyor.

İlk, beride değindiğim eytişimsel birlik ve zıtlık örgüsü, Fichte’nin öğretisindeki düşünsel gelişim modelini anımsatıyor.

İkincisi, güvencesiz işçi kesimi üyeliği olan fotoğrafçılık.. ve karanlıkoda film banyosu tekniğindeki kusursuz uygulamayı, (kılgı ve kuram) bir meslek gibi öğrenmiş Necati Mert.

Üç, kendisi Necati Mert olarak kentsoylu küçük burjuva, bir aile babası profili ile karşımıza çıktığı halde, kırsaldaki bağ ve bahçe işlerini de etüt yapmış yazmadan önce.
“Tüplüler çıkalı beri kalmamış ki pompalılar piyasada,” sözleriyle öykü başkişisi Mustafa, endüstri değişimini de gözler önüne seriyor.

Değişim, evrilme salt Mustafa ile sınırlı da değil. Mustafa’nın babası da ayırdına varmadan bu serüvene, moral değerleriyle, zihinsel tasarımlarıyla hazırlanmakta.

Kırlardan kentlere nüfus hareketleri ivmesiyle bugünkü siyasayı eline alan baba imgelemi, kırk yıl önceki şu sözlerde saklıdır. “Ulan pankadaki param kimin? Sizin.

Temsil; onunla şehre paşaz yaptık diyelim, ev yaptık, otobüsçülüğe başladık diyelim...”

Bu tasarımın sözcüklere yansıması; “şehre paşaz yaptık” sözleri, nüfus hareketleri evrilmesini, yaşlı ve orta kuşaktaki kitlesel felsefi refleksleri de ele veriyor.

Değerler yelpazesinde kadın motifi, kuşkuculuk yine Mustafa’nın karanlıkoda konuşmalarında gizlidir.

“Bir de taş yağar gökten der babam. Benim karı kuyuya ince çorapla gitti diye demediğini bırakmamıştı babam.”

Bu toplumsal katmanlar nerede şimdi?

Bakın işte oradalar! Paradoksları da yanlarında!

Paradokslarla nüfus hareketlerini tetiklemiş ve kentlere bu paradoksları da getirmişler.

Bir yanda “şehre paşaz” yapmak, öte yanda, “karı kuyuya ince çorapla gitti diye gökten taş yağması” açmazını yansıtan başarılı bir öyküdür bugün de Mustafa’nın Karesi.

O ölçütler; “şehre paşaz yaptık” diyen babanın sözleri çok geçmeden gerçekleşecek ve bir çok yerde örtük, açık; “mahalle baskısı” adı altındaki bugünkü ekonomi politiğin ve dahası paradoksal refleksleriyle kitlesel siyasanın mayaladığı, yapı modeli netleşecektir.

4
Kırk yıl önce toplumun evrilerek girdiği o geçiş kulvarında, Necati Mert’in daha o yıllarda kendisine özgü kişilikli bir kent öykücüsü sesi oluşturduğunu söyleyebilirim. Kent öykücüsü sesi, tanımını bilerek kullanıyorum. Şunu da ekleyebilirim; bu öykü tekniği, geçişken bir tekniktir.

Şöyle bir ayrıntıyla.. objektifi kentteki bir yerde tutarak, her iki çevreyi de aynı kamerayla, aynı mercekle gözaltına getiren bu geçişkenlik.. bir ayraç daha; titrek bir elle çekilen dalgalı bir fotoğraf değildir o, saydamdır. Neden? Şundan, bir öykücü olarak Necati Mert, köyden kente gelenin sürekli peşindedir, izindedir ve kırsaldaki ise öykü kişisinin çokluk bellek dağarında kalandır.

Şöyle de söyleyebilirim. Kentte duran, hem kente hem de kırsala bakışan bu objektif, geçişken bir düzlemde kullanılmış. Kent öykücüsü sesi de, kent zihinsel bakışındaki saydamlık da buradan geliyor.
İlkten iki yıl sonra yayımladığım ‘Şehir,” adlı öykü yine bu çizgide kent ve köy paradoksunu, kadın erkek ikilisinde ve yine her iki yana geçişen ve yine kent zihinsel bakışındaki saydamlıkla vermekte.

Hem yazarına hem kendisine sadık kalan tematik bir altyapının üstünde, kurgusal, fakat belli bir saydamlıkla menziline doğru yol alır, her iki öykü de.

Bu anlamda, kişiler ve teknik örtüşür. Öyküyü bu nedenle yalıtkan geçişken taşıyıcı kılabilir bu anlatı tekniği, bu kişilikler için yerindedir.

Kırk yıl öncesinde Necati Mert, daha o günlerde ortaya koyduğu öyküleriyle, Orhan Kemal, Sait Faik ve Sabahattin Ali okullarını da iyi etüt yapmış görünüyor.

Şu noktaya şimdilik hiç değinmiyor bunu zamana bırakıyorum. Şöyle ki, Sait Faik öykücülüğü, Necati Mert'in öykülerinde ikinci bir gizli altar olarak eleştirmenini, karşılaştırmalı araçtırmacısını beklemektedir. Bunu şuradan da biliyorum, Adapazarı doğumlu olan bu iki yazardan genç olanı, Necati Mert, Sait Faik üzerine epeyce çalışmış bir öykücüdür. Etkilerden kaçınması, Necati Mert gibi güçlü bir yazar için bile zor.

Bugünkü öyküleriyle kırk yıl önceki yazarlığı, yol ayrımı yaşadı mı bunu kendisinden öğreneceğiz.

5
Necati Mert (Adapazarı 1945-) Yansıma’da sürekli, hemen her konuda ve en çok sayıda ürünüyle yayımlanan yazarlardan birisi. İlk öyküsünün yayınlandığı yıl 27 yaşındadır. Bir lise öğrencisi değildir. AÜ.D.T.C.F. Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirmiştir. Doğduğu kentte öğretmenlik yapmaktadır. Yazmak için arkaplanı ile hazırlanmak ve nereye bastığını bilerek yazmak için iyi bir yaştır bu. Yansıma Dergisi süresince ‘paytoncu şevki amca,’ ‘güneş,’ ‘kürsü,’ ‘gramafonlar, teyipler,’‘bekçi,’ ‘şehir,’ ‘sıkıyönetimle gelen’ başlıklar altında sekiz öyküsünü yayımlamışım. ‘Öğretmen kıyımı’, ‘1974 de hikaye’, ‘işkence ve kaçış edebiyatı’ , ‘türkiyede ödüllendirmeler,’ başlıklarıyla inceleme türlerinden de seçkin örnekler verdi. Ayrıca soruşturma yanıtlarıyla 16 ayrı sayıda imzası var. Yedinci sayıdan başlayarak en son, kırk beşinci sayıya dek hemen her türde yazan Necati Mert, yazdığı her konuda gösterdiği yazınsal metin işçiliği ile yazarlık kişiliğini kanıtlamayı bildi. Son sayıda ‘türkiyede çocuk edebiyatı’, konulu dört dörtlük kapsamlı incelemesi ile daha kırk yıl öncesinden hemen her konuda dil birikimini de kanıtlamış öykü ustası bir yazardır Necati Mert.

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 28 Şubat 2012, Stockholm

Yazının ilk bölümünü (1) ve (2) nolu sıralama ile şu blogda izleyebilirsiniz.

Bakınız: http://kentinsanolay.blogspot.com/

26 Şubat 2012 Pazar

James Joyce bir kitap adıyla 'Sanatçı' der, ben, 'yazarın bir genç adam olarak portresi'; istenç, içtenlik ve geleceği taşıyor olabilmek, derim..

Mehmet Veysel Batmaz, kırk yıl önceki bir yazısı ile...
1.
“Edebiyatın çok yönlü görevleri arasında, insanların bilinçlenmesini sağlayacak birikimleri oluşturmak, sezgi gücünü çoğaltarak özelden genele bir bağ kurmak, insanların kendi kendilerini aşma süreçlerini hızlandırmak, onları basmakalıp düşüncelerden ırak tutup, daha özgün nitelikteki bir dünya görüşünü tattırmak, giderek benimsetmek... özellikle çağımızda daha da su üstüne çıkıyor.”

Böyle başlıyor söz konusu kırk yıl önceki yazı. ‘Bir Parasız Yatılının Kuşatması” başlığı altında Yansıma Dergisi’nde yayınlanan bu ilk yazıda ne var? Mehmet Veysel Batmaz'ın bu analitik denemesi neyin üstüne kurulmuş? Daha önce okunmuş olanların yanında, yakınında kendisine yer açan okumaların.. üstüne kurulmuş bir yazıdır. İki şey daha; istenç ve içtenlik...

Sıradan rastlantısal değil, istençle yapılan okumaların genç yazarda bıraktığı izlerdir bir bakıma. Fakat, evet şu fark var, istençle, içtenlikle yapılan okumalar farklıdır... Zorlama okumalar yazma coşkusu vermez. Bu nedenle :‘Bir Parasız Yatılının Kuşatması” adlı öyküler, daha önce zihinde yapılanan düşüncelerin, keşif masasına getirilir. Başka yere değil...

Burada elekten geçecek. Otopsi burada, bu masada yapılacak. İki şey; istenç ve içtenlikle okunan bir öykü kitabının genç bir beyinde bıraktığı yankılar var, onlar söze, yazıya dönüşecek, evet. Buradan bir yazı çıkacak? Çığlık gibi yankılar, çağrışımları da yanına alır. Pırıltılı bir algı merceği ile okumanın, genç bellekte bıraktığı izlenimlerdir bu yankı dediğim şeyler.

İzlenimler, izlenimlerimiz... Onlar üzerine konuşmuyor, o yankıları yinelemiyorsak, yazmıyorsak onlar yok olur. Kelebek kanatları gibi uçuşkan ve kısa ömürlü yankılar kısa bir süre sonra silinirler. Her yineleyiş o yankılara yeniden kanatlanma ve bizlere de yaşama katlanma gücü verir. Onu konuştukça ve onu harflere, tümcelere dönüştürdükçe o yankılar nesnelleşir ve yankı olmaktan çıkar ve izlenimler olarak zihinde, zincirin halkalarına bağlanarak yerli yerini alır. Genç bir yeteneğin, ileride başarılı bir yazar olması gibidir bu biraz da. Geleceği taşıyor olabilmek buradadır.

İzlenim terimi ise felsefede özellikle Locke’a göre kesinlik kazanmış. 'Önceki bir izlenime dayanmayan hiç bir düşünce yoktur,' demiş. Her düşünce, düşünce olmadan öncesi ile bir izlenimler yığınıdır, ona göre. Öykülerin yarattığı yankılar Mehmet Veysel’in zihninde yer açar, yankı yapar ilk. Nesnel çözümleme uğraşısı bundan sonradır. Bu öykülerin çınladığı, yankıdığı alanda önceki izlenimlerin izi yoksa, irdeleme nasıl olacak? Bu da doğal dizgeler birliği ile birinden ötekine sıçrayan izlenimlerle yoğunlaşmaya yol açar. Bir yazar olarak genç Mehmet Veysel Batmaz portresine baktığımızda, erken böyle bir süreçten geçmiş olmalı, deriz.

Bu uğraşıda dayanca arar Mehmet Veysel ve Mehmet Veysel Batmaz'ı iz, izlek peşinde sürer gibi Ernst Fischer’e kadar götürür.

Fischer’in şu yorumu ile izlenimleri karşlaşır ve örtüşürler. Burada noktayı koyar: “Toplumsal bakımdan en büyük önemi taşıyan, günümüzde bütün farklı yöntemleriyle edebiyat, dolaylı ya da dolaysız bir şekilde insanın basmakalıp şeylerden kurtulmasına, kendi kendini eğitmesine ve kendini belirlemesine katkıda bulunduğu ölçüde geçerlidir.”
2.
En güzel melodiler, gençlik ezgileridir fakat edebiyat olgunluk da ister... Edebiyat ürünleri gençlerden zaman ister ve sabırlı olmayı bekler. Yansıma Dergisi’nin dördüncü sayısında: ‘Bir Parasız Yatılının Kuşatması' başlığı altında, Mehmet Veysel Batmaz'ın ilk yazısını yayınlamışım. Yaklaşık on sekiz yaşlarındadır o sırada. O sayıda “okurlarla” başlıklı bir açıklama da var.

“İlk yazısını sunduğumuz Mehmet Veysel 1953 doğumlu bir öğrenci. Yansıma’nın çıkışıyla kendisini tanıdık. Kendisinde gördüğümüz eleştirel tavrın gelişmesi ve serpilmesi için çalışmalar yapmasını önerdik. Bundan önce hazırladığı iki tiyatro eleştirsinin ardısıra getirdiği bu incelemeyi yayınlıyoruz. Bu arkadaşa çalışmalar yapmasını önerirken, konu seçiminde kendisini özgür bırakmıştık. Seçtiği konu ve yaptığı çözüm elbette kendisini bağlayacaktır. Çevremizde toplanan bu örnekteki gibi yeteneklerin Türkiye Edebiyatı’na kazandırılması bizi gönendirecektir. Çabamız şudur. Kısaca; demokratik bir eleştiri ortamı hazırlamak ve yeni pırıltıları edebiyatımıza kazandırmaktır.” (2)

Edebiyat/yazınsal metin takipçisi olarak doğum yılına oranla erken gelişmiş genç bir yazar portresi izlenimi veren Veysel, kırsal çıkışlı değil, kentsoyludur. Arkaplanında eğitimli bir aile vardır ve küçük kentsoylu özellikleriyle okuma etkinliği birincil sıradadır.
3.
Derginin yüklü olan o sayısında Veysel’in yer alması, Tekin Sönmez’in genç kuşağa duyduğu ilgiyi belli ediyor. Burada bir analitik deneme inceleme çabası ile karşı karşıyayız. Yüklü dediğim o sayıda kimler var bakalım. İlkyazı Hasan Hüseyin’in, ‘ölü dil, diri dil’ başlığını taşıyor. Hemen ikinci sırada Ceyhun Atuf Kansu’nun şiiri Üç Köpük, Tekin Sönmez’in şiiri ve deneme yazısı, Nevzat Üstün’den ‘Sank Eriks Köprüsünün Türküsü,’ Arkadaş Z. Özger’den ‘Aygın’ adlı şiirsel deneme. Sait Maden’in ‘Lorca’dan şiir çevirisi, Şükran Kurdakul’un ‘Evde’ ve İrfan Yalçın’ın ‘Linç’ adlı öyküleri, Demirtaş Ceyhun’un, ‘Memleketin efendileri ve efendilerin edebiyatı’ adlı denemesi, Zühtü Bayar’ın ‘Eleştiri Günlüğü’ ve Mehmet Veysel Batmaz'ın yazısı. Arkada İsmet Kemal’in denemesi, Hayati Asılyazıcı’nın ‘Türk Tiyatrosunda Bunalım’ başlıklı yazısı.. yoğun ve dolu bir sayı.

Görüleceği gibi Mehmet Veysel yılların deneyimli yazarları arasına girmiş. Geleceği taşıyabilir.. pırıltılı bir analitik incelemeci adayı olarak ilk sınavda önü açılmış. Geleceği taşıyabilir olmak! Ölçüt olarak, burada üç tanımı, tartışma ortamına açıyorum.
Şudur; genç bir yazarda istenç ve içtenlik ve geleceği taşıyor olmak, bunları tartışabiliriz. Şöyle ki Tekin Sönmez’de, bu üç tanımla kaynaşan bir izlenim ortaya çıkmış. On sekiz yaşlarında ortalama her insanın başarmakta zorlanacağı bir uğraşıdır bu. O bir lise öğrencisidir. Her seçkin lise öğrencisinin altından kalkamayacağı, dil, sözcük dağarı isteyen bir uğraşıdır bu.

Altıncı, Günümüz Türk Hikayesi özel saysında Orhan Kemal üzerine bir yazısını, sıralamada hemen ilk sayfalara alıyorum. Derginin ilkyazısı ve Kemal Tahir’in Türk Hikayeciliği üstüne düşünceleri, İ. Zeki Eyuboğlu’nun ‘Türk Öykücülüğünün Kökeni’ başlıklı yazısı, Tekin Sönmez, Ünsal Akpak ve Mehmet Veysel’in Orhan Kemal konusunda odaklaştıkları planlı yazılar.. derginin ilk on sayfasında izliyoruz Mehmet Veysel’i. Onun ardından Rıfat Ilgaz’ın, Aziz Nesin’in, Kerim Korcan’ın, Mehmet Seyda’nın ve daha pek çok bilinen, altmış dolayında yazarın öyküleri ve görüş belirten çok önemli yanıt yazıları var. (3)

Burada özel bir ayraç var. Örneğin Doğan Hızlan’ın, Fakir Baykurt’un, Hasan Hüseyin in, Demirtaş Ceyhun’un, Füruzan’ın ve daha başka yazarların soruşturma sınırlarını taşan doyurucu, bilgi birikimi taşıyan yanıtlarını, derginin soruşturma bölümünde yayınlanmak ve buna karşın Ünsal Akpak ve Mehmet Veysel’in birer sayfalık yazılarının öne çıkması, Tekin Sönmez’in genç kuşaktan yana zarlarını attığının kanıtıdır.

Mehmet Veysel Batmaz, bu satırların yazarını yanıltmadı ve Yaşar Kemal(4), Sabahattin Ali(5), ve Füruzan’ın öykü kitabı üzerine(6) yazdı. Polonyalı bir yazarın ‘Bencil' adlı bir yapıtı üzerine olan son yazısı ise bir tanıtım denemesidir. Bu sekizinci yazısından (7) sonra Mehmet Veysel imzasını dergide göremiyoruz. El yazısı ile kaleme aldığı, Yalova, 16 Mart 1974 tarihli mektubunda duygularını, duyumlarını ve Yansıma Dergisi konusunda görüşlerini iletmiş. Bu mektubu aşağıdaki Yansıma logosu olan blogda birlikte okuyalım.
(Sürecek)

Öteki bölümler için bakınız:
http://yansimatekinsonmez.blogspot.com/
http://tekinsonmez.blogspot.com/

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 26 Şubat 2012, Stockholm

21 Şubat 2012 Salı

İstanbul'da bir Öğlen vakti. Yıl bin dokuz yüz seksen üç. Bu efsaneden geride ne kaldı...

Yıl 12 Aralık bin dokuz yüz seksen üç.

O günün efsane TYS yönetim kurulu üyeleri ve üyelerinden bir grup Selimiye’de yapılan duruşmadan sonra bir arada.

Bu fotoğraf orada bir şipşakçı tarafından çekilmiş olabilir. Nedeni şu! Çünkü orada olanlar tarafından imzalanmış. Bunun gerçekleşmesi için, çekimden hemen sonra basım yapılmış ve getirilmiş.

Fotoğraf elden ele dolaştıktan sonra, bunu Tekin Sönmez satın almış ve orada bulunanlara imzalatmış. Arada otuz yıl var.

O yılın sonunda 1 Ekim 1983 günü bu satırların yazarı on yıl sonra dönmek üzere, yurt dışına çıkıyor. Aradan otuz yıl geçmiş. Fotoğrafı karşı bakışımıza göre sağ sırada oturanlardan bir kişi dışında tümü yaşıyor. bir ayrıntı daha, objektife bakmayan bir kişi var. Geriye kalan tümünün göz teması var objektifle.

İkinci sırada oturanlar neredeyse tümü terki diyar etmişler!

O sırada en arkada oturan gözlüklü kişi Avukat Ender Kamil Boyacı. Yansıma Dergisi’nin son yıllarda Yazı İşleri Müdürlüğü’nü yapmıştı. Aslında onun da yaşayıp yaşamadığı hakkında kesin bir bilgim yok. O sıra çok ilginç insanların, yazarların bir araya geldiği bir grup.

Masanın hemen önünde oturan ve gülümseyerek poz veren eleştirmen Atilla Özkırımlı. Onun yanında oturan kişiyi tanımıyorum.

Ondan sonra sırasıyla üç kişi hem TYS’inin ikinci başkanlığını arka arkaya yapmış kişiler hem de edebiyatçı olarak üçü de öykü dalında tanınmış ürünler verdiler.

Önden arkaya doğru Şükran Kurdakul, Demirtaş Ceyhun ve Bekir Yıldız.

Karşı sırada yine objektife bakan ilk kişi çevirmen, yazar Aziz Çalışlar.

Yanında gözlüklü ve objektife dönük olmayan kişi ozan yazar Ataol Behramoğlu.

Onun yanında Tekin Sönmez. Onun yanında belgeci yazar, gazeteci Alpay Kabacalı.
Onun yanında gazeteci (Dünya Gazetesi GYY) Osman Saffet Arolat.

Onun yanında gözlüklü kişiyi tanımıyorum. Yanılmıyorsam sinema çevrelerinden.
Bu fotoğrafta görülen on iki kişiden altı kişi o günkü TYS yönetim kurulu üyesidirler.
Aziz Çalışlar, Ataol Behranoğlu (Genel Sekreter) Tekin Sönmez, Alpay Kabacalı, (karşı sırada) Demirtaş Ceyhun (İkinci Başkan) ve onun yanında Şükran Kurdakul üye (önceki ikinci başkan) buradadırlar.

On bir kişiden oluşan yönetim kurulu Başkanı Aziz Nesin, sayman Asım Bezirci yok, üye Adnan Özyalçıner, üye Emil Kalip Sandalcı, üye Vedat Türkali yoklar.

Böylece on bir kişilik yönetim kurulundan altısı bu fotoğrafta. Çoğunluk buradadır.
Fotoğraf, anladığımız kadarıyla E. Kamil Boyacı’dan başlayarak geliyor imza töreni için.

Fotoğrafın arkasında imzaları olanlardan yine Ender Kamil Boyacı: “Muhterem Ağabeyim Tekin Sönmez’e” tümcesini yazmış ve imzalamış.

Sırasıyla yanında Bekir Yıldız: “Kardeş Sevgisiyle Tekin’e” diyerek imzalamış.
Demirtaş Ceyhun: “Tekin Sönmez Kardeş’e” demiş karşısına imzası atmış. Şükran Kurdakul sadece imza atmış. Onun yanında (benim tanımadığım kişi) V. K. Kaya diye imza atmış. Ardından Atilla Özkırımlı’nın imzasını da görüyoruz. O da birşey yazmamış.

Böylece soldaki sırada oturanların altısının da imzasını tanıyoruz. Üçü sadece imzalarını atmışlar, öteki üçü ise ad vererek duygularını eklemişler. Özkırımlı’nın hemen karşısında Aziz Çalışlar var. İmzasını atmış, yazı yazmamış.

Yanında Behramoğlu, tarihlemiş, imzasını atmış ve “Sevgili Kardeşim Tekin’e” tümcesini yazmış. İmzalar oradan karşıya geçiyor. Tekin Sönmez’in yanında oturan Alpay Kabacalı: “Yan yana oturduğumuz Sevgili Tekin’e” diyerek imzasını atmış. Osman Arolat “Ya işte böyle,” diyerek imzalamış.

En son kişi, Arolat’ın yanıda duvara yakın (bir sinemacı olarak anımsadığım) Bay, tarihle birlikte “Tekin Sönmez’e dostlukla, “ tümcesinden sonra imzalamış, tarih atmış. İmzasına baktım, adını okuyamadım.

Burada görülenlerden altısı bıyıklı altısı bıyıksız. Burada bir eşitlik var. Altısı yönetim kurulu üyesi altısı değil. Burada da eşitlik sağlanmış. Yönetim kurulu üyelerinden üçü bıyıklı, üçü bıyıksız. Burada da eşitlik sağlanmış D. Ceyhun, A. Çalışlar. A. Behramoğlu bıyıklı durumdalar.

Bu fotoğrafta olmayanlardan iki kişi Özyalçıner ve Türkali yaşıyorlar. Bu yönetim kurulundan yaşamakta olan dört kişi kaldı. A. Özyalçıner, A. Kabacalı, A. Behramoğlu ve T. Sönmez. Burada denge bozuldu, azılık var.

O günün efsane TYS yönetim kurulu üyeleri ile öteki sanatçıların oluşturdukları bu fotoğrafı nasıl okuyacağız? Bugün aramızda olmayanlarla birlikte bu fotoğrafın arkasındaki tümceleri ya da salt imza atmakla yetinme durumunu nasıl okuyacağız?

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, Stockholm, 21 Şubat 2012

NOT: Karşı sırada ve sağ en önde yine objektife bakan kişi çevirmen, yazar Aziz Çalışlar. Onun bu fotoğraftan üç dört yıl sonra aramızdan ayrılacağını söyleselerdi kimse inanmayacaktı. Ünlü bir paşanın torunuydu. Yönetim kurulunun en genç en donanımlı üyesiydi. Fotoğrafta sol başta görünen, masanın hemen önünde oturan ve gülümseyerek poz veren eleştirmen Atilla Özkırımlı. Sanırım ilk yitirdiklerimizden birisi o oldu.